16 Ocak 2009

iHate

Apple CEO'su Steve Jobs'un rahatsızlığı uzunca bir süredir biliniyordu. Kanseri yenmiş bir insan olarak kendisini hep takdir etmişimdir, mesleki açıdan da pes etmek nedir bilmeyen nadir bir girişimcidir benim için. Bu hafta içi yaptığı bir açıklamayla bir süreliğine -ki kulislerde dönen dedikodulara göre sonsuza dek- Apple'daki aktif görevinden çekildiğini açıkladı. Jobs, hormonal değişimler yüzünden aldığı besinleri vücudu pek iyi işleyemediğinden hızlı bir kilo kaybıyla karşı karşıyaydı. Biz bilişimcilerin ne kadar aşağılık insanlar olduğunu sanırım bu olay üzerine yapılan şu espri(msi) açıklamakta:
"Steve Jobs; ultra-thin and lightweight CEO design. From Apple."
Açıkçası bu olay Mac vs. PC savaşlarının bir parçası gibi geldi gözüme. Yıllardır süregelen bu kavgada bugüne kadar saf tutmak asla istemedim. Ama son 5 yıllık süreci gözönüne aldığımda ister istemez gönlüm PC'ye kaymakta. Özenli ve efektif tasarımı, UNIX tabanlı işletim sistemi ve daha onlarca artısı olmasına rağmen inceden tiksinmeye başladım Mac olaylarından. Bunun tek sebebi ise fanboyluktan çıkıp işi iyiden iyiye worshipper kademesine taşıyan Mac sahipleridir.

Zaten dikkat edin, Apple reklam stratejisini bile tamamen bu amaca yönelik tasarlamakta. "Hi, I am a Mac. And I'm a PC" tadındaki reklamlar dizisi her izlediğimde bende ufak kramplara yol açmaktaydı. Kel, tıknaz, gözlüklü, muhtemelen 40larının başında ve ailesiyle yaşamakta olan bir erkek yerine hip, havalı, kendinden emin, stüdyo dairede tasarım yapan bir adam olmak istiyorsanız bunun yolu en yakın Apple Store'a gidip bir Mac almaktı. Çünkü Mac'ler galaksiler ötesi bir uygarlığın bizlere bahşettiği en üstün teknolojiyle donatılmış kutsal aygıtlardı. Virüs nedir bilmezlerdi, güvenlik onlardan sorulurdu, her türlü programı sorunsuzca çalıştırabilir, her daim stabillerdi. Restart istemez, sürücü sıkıntısı çekmezlerdi. Her türlü network'e dalıp çıkabilir, sorunsuzca ağ iletişimi kurabilirdiniz. Tanrım, bu reklamlara göre Mac'e bilgisayar demek ona küfretmek gibi bir şeydi.

Ve işin en vurucu kısmı, sunum! Apple akıllı bir pazarlama stratejisi çizerek hedef kitlesini belirledi: sivilcesiz, iyi bir geliri olan, kullandığı cihazın içinde neler olup bittiğini umursamayan ama asla bir sorunla karşılaşmak istemeyen, cihazı cebinden/çantasından çıkarttığında gözleri üzerinde hissetmek isteyen tipler. Filmlerde, dizilerde bol bol arz-ı endam etti Apple ürünleri. Kah Barney Stinson iPhone kullanıyordu kah Dr. House iPod shuffle ile çıkıyordu sabah sporuna. Şık bir moda dergisinin editörü derginin son halini saten çarşaflarının üzerinde bağdaş kurararak Mac Book Air ile incelemekteydi. Evet, bizim onlardan ne eksiğimiz vardı? O kullanımı kolay, estetik harikası cihazlar pekala bizim de olabilirdi. Ve oldu da.

Ezilen kesimden bir cihazla sıyrılıp üst tabakaya geçiveriyorduk öylece. Artık huzur dolu bir Mac sahibiydik. Basacaktık düğmeye, kah işimizi yapıcaktık, kah eğlenecek kah iletişim kuracaktık. Kapatırken cihazı emindik adımız gibi: bir dahaki sefere açtığımızda da sorunsuz bir şekilde karşılayacaktı bizi beyaz prens/prensesimiz.

Bak arkadaşım; senin bu Mac dediğin cihaz aslında alelade bir kişisel bilgisayar. Üzerinde çalışan işletim sistem ise Unix tabanlı. Çok hoşuna gidiyorsa azıcık kasarak evindeki PC'de de çatır çatır kullanabilirsin*. Donanımsal bir fark olmadığını zaten BootCamp denen hede sayesinde Mac'lere Windows kurulabileceğinden anlamış olman gerekir. Hakkını teslim etmeden geçemem; masaüstü yayıncılık ve grafik tasarım için Mac kullanmak bir çok avantaja sahiptir ama ofis ortamında verimlilik istersen PC birkaç adım daha önde. Tercihini buna göre yapmalısın. İnsanların sana ne dediği çok da önemli değil. Kazmaysan o şahane tasarım harikası Mac de iki günde eline alır, adam gibi kullanıcıysan PC'lerde bile son derece stabil bir çalışma ortamı yaratabilirsin.

Karşıma çıkıp da bana Mac ya da PC övecek ilk arkadaşa döner bıçağı çekeceğim, haberi olsun.

0 comments: